yüz, çehre, surat.
a beautiful face. to fall (flat) on one's face: yüzükoyun düşmek.
He was lying face up(wards): Sırtüstü yatıyordu.
face down: yüzüstü, yüzükoyun.
to turn something face up: bir şeyin yüzünü yukarı çevirmek.
Noun
yüz (ifadesi), sima.
a sad/happy face. He's a good judge of faces.
Noun
surat/yüz buruşturma/ekşitme, surat etme, acayip yüz ifadesi.
Noun
küstahlık, cür'et, yüz(süzlük).
He had the face to tell us: Bize söylemek cür'etini gösterdi.
How anyone could have the face to ask that question?
Noun
(dış) görünüş, görünüm, veçhe, zevahir.
on the face of it: görünüşe göre, zahiren.
We have information that puts a different face on the matter: Edindiğimiz bilgiler işe tamamen değişik bir veçhe veriyor.
Noun
gösteriş, sahte tavır.
Noun
(a) şeref, itibar, (b) kendine güven, nefsine itimat.
He maintained a firm face in spite of great difficulties: Büyük güçlüklere rağmen kendine güveni sarsılmadı.
Noun
(ticarî evrakta yazılı) asıl değer (faiz, iskonto vb. hariç). face value.
Noun
(belge, vesika vb.) açık anlam, âşikâr mânâ.
the face of the document.
Noun
yeryüzü, (coğrafî/genel) görünüş.
Noun
yüzey, satıh, yamaç, sırt.
the face of the earth: yeryüzü.
He vanished off the face of the earth: Yeryüzünden kayboldu/silindi.
The level face of the plains. We climbed the north face of the mountain.
Noun
üs (taraf), (kullanılan) yüz.
the face of a watch/of a clock.
Noun
ön, cephe.
the face of a building.
Noun
(alet vb.) çalışan/iş gören yüzey.
the face of a golf club.
Noun
yüzey, satıh.
A cube has 6 faces.
Noun, Geometry
alın, üzerinde çalışılan tünel duvarı.
The miners work at the face for 7 hours each day.
Noun, Minerology
typeface ile ayni anlama gelir. yazı, harf, harf çeşidi/biçimi.
Which face shall we print this book in? Bu kitabı hangi çeşit harfle basacağız?
bold face: kalın/siyah harf.
broad/narrow face.
Noun
pervanenin arka yüzü.
Noun
(kristal) kesik yüz(ey).
Noun
görünüş, zuhur, mevcudiyet.
to flee from the face of the enemy: düşmanı görünce kaçmak.
Noun
(yüzüne) bakmak, karşı karşıya/yüzyüze gelmek/bulunmak.
The dancers stood facing each other. He was facing me at the dinner.
Verb
nâzır (yüzü dönük) olmak.
The house faces west.
Verb
karşı gelmek, karşısında olmak, karşılaşmak, karşısına çıkmak, göze almak.
Another problem now faces us. They were faced with difficult decision.
the difficulties that face us: karşılaştığımız güçlükler.
to be faced with defeat.
He was faced with the prospect of doing it himself: Onu bizzat yapmak zorunda kalmıştı.
I can't face another winter here: Burada bir kış daha geçirmeyi göze alamam.
Verb
face down/out: cesaretle karşılamak, farkında/haberdar olmak.
to face down an opponent:
rakibini karşısına cesaretle çıkmak.
Verb
muhalefet etmek, karşı çıkmak.
Verb
kaplamak, astarlamak.
to face garment with silk. a wooden house faced with brick.
Verb
elbisenin kenarına biye geçirmek.
Verb
(iskambil) kâğıt açmak.
Verb
(taşın yüzünü) yontmak, yontup düzeltmek.
Verb
(buz hokeyinde hakem) diski iki oyuncu arasına koymak.
Verb
(sağa/sola/geriye) dönmek.
Right face! Sağa dön!
Left face! Sola dön!
face this way:
Bu tarafa dönünüz.
face about: geriye dönmek.
Verb